26 Mart 2012 Pazartesi

Palindrom Nedir? Örnekleri

Palindrom; baştan ve sondan okunduğunda değeri değişmeyen sayılardır. Bunların yazılı biçimlerine ise; "Dönüşük Sözcükler" denir.

Biraz Daha İnceleyelim
Dönüşüklük aslında bir tür görsel bakışıklık (simetri) anlamına geliyor. Sözlü dilde dönüşüklüğü sezmek kolay değil. Japon yazısında olduğu gibi, heceleri imlerle anlatan, ya da Arap yazısında olduğu gibi, aynı harfi sözcüğün başında, ortasında ve sonunda başka başka imlerle gösteren, sesli harf gibi kimi harfleri kullanmayan dillerde dönüşüklüğü keşfetmek daha zor, belki de olanaksız. Latin abecesini kullanan dillerde ise bu özelliği görmek görece daha kolay, onun için de taa Romalılar'dan beri bu diller dönüşük sözcükleri bulmuşlar, böylece tümceler kurmuşlar.
Bizim dilimizde bunların az bilinmesi biraz da abecemizin görece yeni olması, henüz yeterince bu açıdan araştırılmamış olmasından kaynaklanıyor, yoksulluğundan değil. Madem böyle bir özelliği var, biz de pek ala bu tür sözcükleri keşfedebiliriz, hatta böylece tümceler kurabiliriz.

Mutfağımızdaki eczane

Bu farklılığın ve çeşitliliği biraz daha yakından tanımak, doğru bildiğimiz yanlışlarla yüzleşmek için baharat, bitki ve bitki çaylarını irdelemeye başlıyoruz. Bugünkü konuklarım, tarçın, karanfil ve zencefil.
Sağlık açısından önemli faydalarıyla şaşkınlık yaratmaya devam eden 25.000 fitokimyasal (bitki ve besinlerin içinde bulunan sağlığa yararlı maddeler) bitki mevcuttur. Tarçın kan şekerini düşürür, muskat mide bulantısını geçirir, karanfil antiinflamatuardır (iltihabı önleyen), nane bakteri gelişimini engeller ,kimyon sindirim için muhteşemdir, kırmızıbiber metabolizmayı hızlandırır, tarçın kan dolaşımını harekete geçirir, kakule hazımsızlığa iyi gelir.

Sağlığımızı koruyan doğal kaynaklar

Tarih boyunca baharat ve şifalı bitkiler besinlere tat ve koku vermek için kullanılmış. Bu besinler yiyeceklere kendilerine has koku ve/veya zenginleştirici tatlar verir. Bitkilerden ayrılan fitokimyasallar, kardiyovasküler rahatsızlıklar, diyabet, obezite ve kanser gibi çeşitli hastalıkların tedavisi için kullanılan ilaçların büyük kısmının keşfi açısından harika birer kaynak olmuştur. Baharat ve şifalı bitkiler sağlığımızı korumanın doğal araçlarıdır.
Tarçın: Tarçın hakkındaki en yeni bilgi, kan şekerini düşürmesiyle ilgilidir. Şu günlerde gittikçe artan obezite ve diyabet salgınını düşündüğümüzde bu oldukça önemli. Aslında çok sayıda bitki ve fitokimyasal kan şekerini düşürebiliyor, ancak çoğu bu işi vücuda bazı zararlar vererek yapıyor. Tarçın ise öyle değil. Yapılan çalışmalar sonucunda tarçında bulunan yeni bir fitokimyasal olan chalconepolmerler’in hücrelerdeki glukoz (şeker) olumlu yönde çalıştırdığını ve kan şekerini dengede tuttuğunu göstermekte. Anı zamanda bu fitokimyasallar çok güçlü antioksidantlar.

Tarçın ağrıya, kas ve eklem sertleşmesine iyi gelebilir
Tarçında, antimikrobiyal özelliğe sahip bileşkeler olduğundan dolayı kandidayla (mayanın sistemde aşırı derecede büyümesi ki bu durum çok fazla sorun yaratabilir) savaşmayı sağlayan, bakteri ve mantar(kandida dahil) gelişiminin önlenmesine büyük oranda yardımcı olan ögenol ve geraniyol adlı iki fitokimyasal mevcut. Tarçın ağrı, kas ve eklem sertleşmesi ve menstrual dönem (adet dönemi) rahatsızlıklarının hafiflemesine yardımcı olabilecek iltihabı önleyen bileşkeler de içerir. Hazmı kolaylaştırır ve sindirim sistemindeki gaz problemlerini giderir.

Biliyor muydunuz ?

Tarçın tozu işlenme sırasında içindeki çoğu temel yağı kaybeder, dolayısıyla kullanımı pek faydalı değildir. Dolayısıyla tarçını bütün, toz haline getirilmemiş bir şekilde almak daha sağlıklıdır.

Kan şekerini dengeleyen içeçek

Tarçının kan şekerini düşürmesi ve tip 2 diyabette karşılaşılabilecek sorunların hafifletilmesi amacıyla kullanabileceğiniz son derece sağlıklı ve basit hazırlanan bir tarif:
3 yuvarlak yemek kaşığı dolusu dövülmüş tarçını yarım ile birçay kaşığı kabartma tozu (eğer sodyum sizin açınızdan sorun oluşturuyorsa daha az) ile 950 cc ‘lik bir kavanoza koyup, içini kaynar suyla doldurduktan sonra oda sıcaklığında kendi halinde soğuyana kadar bekletin. Sıvıyı süzerek başka bir kaba alıp kalan tortuyu atabilirsiniz. Ardından kavanozun ağzını kapatın ve buzdolabına kaldırın. Her gün bu sıvadan dört kez bir bardak için .
Bir ile üç hafta sonra, günde bir ya da iki bardağa düşebilirsiniz.Tip 1 diyabet hastaları da bu karışımdan faydalanabilir ancak kullanmaya günde bir ya da iki bardakla başlamalı ve her hafta başında bir bardak artırarak uygulamaya devam etmelidirler, bunu yaparken de kan şekerini yakın takip altında tutarak kullandıkları ilaç ya da insülin dozları ve kan şekeriyle ilgili doktorlarıyla bağlantıda olmalıdırlar.

Karanfil

Karanfilin tedavi edici özellikleri uçucu yağında yatar ki, oldukça uzun bir süredir diş ağrısı ilacı olarak kullanılmaktadır. Karanfil aslında Baharat Adaları (Endonezya) menşeli bir ağaç türünün kurutulmuş, henüz açmamış çiçek tomurcuğudur. Karanfil küçük bir çiviyi andırır ki aslında ismi de buradan gelmektedir, “clavus” Latin dilinde “çivi” demektir. Karanfil metabolizmayı hızlandıran baharatlar arasındadır.

Sıcacık iki tarif!

İçine dört karanfil konan kırmızı lezzetli bir elmanın kaynatılmasıyla kendinize enfes bir enerji verecek bir kış tatlısı hazırlayabilirsiniz.
Aynı zamanda karanfili sütle hafif kaynattığınızda kış ayları için içinizi ısıtacak muhteşem bir içecek hazırlayabilirsiniz. İçine bir adet kabuk tarçın da atmaya ne dersiniz ?

Karanfil bakteri ve virüsleri öldürür

Çeşitli çalışmalarla karanfilin antiseptik (mikrop karşıtı) ve anestetik (ağrı hissini azlatan) olarak kullanılmasını onaylamıştır. Seattle Washington Üniversitesi Eczacılık Fakültesi doçentlerinden Gary Emler tarafından, “Karanfil besinleri taze tutar çünkü içindeki temel aktif bileşke ogenol’dür ki bu madde uzun bir süredir bakteri ve virüsleri öldürmesiyle bilinir” açıklaması yapılmıştır.
Yakın tarihte gerçekleştirilen bir araştırmada ise suda çözünen karanfilin deri kanseri üzerindeki koruyucu etkisi araştırılmış ve karanfil solüsyonunun antikanserojen (kanser oluşumunu engelleyen) etkisinin olduğu keşfedilmiştir.

Zencefil

Zencefil özellikle tükürüğü artırarak hazmı kolaylaştırabilir. Zencefil özü mide bulantısı için çok ideal bir çözümdür, ki kesinlikle işe yarar.Yapılan araştımalardan birine göre zencefil deniz tutmasına karşı mide bulantısı için kullanılan bazı ilaçlardan çok daha fazla işe yaramaktadır. Gingerol zencefildeki keskin ve lezzetli tadı veren maddedir ve fitokimyasal veri tabanını da bir antiemetik (bulantı giderici) olarak listelenmiştir. Bunun anlamı mide bulantısı ve kusmayı önleme özelliğine sahip olmasıdır.

Zencefil sabah görülen rahatsızlıklarda faydalı

Zencefil hakkında insanlar üzerinde yapılan araştırmalar bu besinin antitümör etkisinin bulunduğunu ve bağışıklık sistemini güçlendirmeye yardımcı olduğunu da göstermiştir ki bu, etkin bir antimikrobiyal (mikrop karşıtı) ve antiviral (virüs karşıtı) maddedir. Yapılan incelemeler gastrointestinal (sindirim) sistem, kardiyovasküler sistem, ağrı ve ateş üzerindeki olumlu etkisini de göz önüne sermiştir. Limonlu, güzel, sıcak bir zencefil çayının her türlü duygu değişimine karşı da muhteşem bir ev yapımı ilaç olmasına hiç şaşmamak gerekir.

Zencefile ne zaman hayır ?

Zencefilin yan etkileri çok azdır ancak yine de kullanırken dikkatli olunması gereken notlar vardır. Zencefilin diğer ilaçların emilimlerini artırması olasıdır. Örneğin, zencefili uyku hapıyla aynı anda alırsanız, daha uzun süre uyursunuz. Bunun nedeni zencefilin ilacın emilimini artırmasıdır. Zencefil tıpkı aspirin gibi kan sıvılalaştırıcı bir etkisi vardır, bu özelliğinden dolayı onu Coumadin ve hatta aspirin gibi diğer pıhtı önleyici ilaçlarla birlikte kullanmamanızda fayda var.



Padişahların ünlü sözleri

Dans, ilk defa Kanuni Sultan Süleyman’ın devrine denk gelen dönemde, Fransa’da yapılmaya başlanır. Bunu duyan kanuni Fransa imparatoruna bir mektup yazar. O mektupta aynen şöyle demektedir:

- Ey Fransa Kralı Fransuva! Sefir-i Kebirimden aldığım mazhara göre malumatım oldu ki, memleketinde dans namında Ala Mele-İnnas Fuhşiyyat ve Lubiyat yapıyormuşsun. İş bu Name-i Humayunumun eline vusulünden itibaren bu mel’anet rezalete son vermediğin takdirde, Ordu-yu Humayunumla gelip seni kahretmeye muktedir olurum.
Kanuni’nin bu mektubundan sonra Fransa’da yüz sene dans yapılmaz.


FATİH SULTAN MEHMET
Sultan Mehmet 12 yaşına geldiğinde babası Sultan Murat oğluna tahti bırakıp Manisa’ya inzivaya çekilir.Bu haber üzerine hristiyanlar Osmanlı tahtında bir çocuk olduğu için Haçlı ordusu toplayıp Osmanlının üzerine saldırmaya karar verir. Bu olayı haber alan Sultan Mehmet babasını çağırır fakat babası artık sensin diye gelmez. Bunun üzerine Sultan Mehmet babasına şu tarihi mesajı yollar:
Baba, eğer Padişah siz iseniz geliniz ve ordunun başına geçiniz, yok eğer padişah ben isem size emrediyorum gelip ordunun başına geçiniz.

Fatih Sultan Mehmet’in tarihe geçmiş diğer özlü sözleri ise şöyle…

İmparatorunuza söyleyin. Şimdi ki Osmanlı Padişahı öncekilere benzemez. Benim gücümün ulaştığı yerlere, sizin imparatorunuzun hayalleri bile ulaşamaz.

Ya ben Bizans’ı alırım; ya da Bizans beni.

Fatih olmasaydım Ulubatlı Hasan olmak isterdim…

Yapmak istediğimi sakalımın bir teli bile bilseydi, sakalımın o telini hemen koparır ve yakardım.

Bu dünya ölümlüdür. Her fani gibi bende ölümü tadacağım.

Dünya devleti ebedi değildir. Fani cihanda hiç kimse de ölümsüz değildir. İnsanların dünyada nefesleri sayılıdır ve ölümsüzlük kapısı kapalıdır.

Hayatım boyunca Allah’ın emirlerinden dışarı çıkmadım. Allah’ın rızasını kazanmak için uğraştım. Tek gayem bu idi.

 YAVUZ SULTAN SELİM
 Yavuz Sultan Selim Padişah olmadan önce Şah İsmail’in ülkesine gider ve saraya girmenin yollarını arar. Birden aklına Şah İsmail’in satrancı çok sevdiği gelir ve köylerde kasabalarda santranç oynayarak nam salar.
Şah İsmail bu kişiyi merak eder ve sarayına çağırır. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail satranca başlarlar. Biraz zaman geçtikten sonra Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’i Şah Mat eder ve yener.
Şah İsmail bu duruma kızar ve Yavuz Sultan Selime; “Sen Nasıl Şah’ını Şah Mat Etme Cürretinde BuLunursun” diyerek tokat atar.
Yavuz Sultan Selim özür diler ve ülkesine döner. Aradan zaman geçer ve Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim bir savaşta karşı karşıya gelir.

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i yener. Ardından o meşhur şiirini yazar:
Sanma şahım / Herkesi sen / Sadıkhane / Yar olur
Herkesi sen / Dost mu sandın / Belki oL / Ağyar olur
Sadıkhane / Belki ol / Alemde / Serdar olur
Yar olur / Ağyar olur / Serdar olur / Dildar olur
 
Şiirin tercümesi şöyledir:
Şahım sen herkezi sadık yar sanma
Sen herkezi dost mu sandın belki o düşman olur
Sadık ol beLki o alemde komutan olur
Yar olur, düşman olur, komutan olur, sevgiLi olur.

Bu şiiri önemli kılan bir diğer özellik de Yavuz Sultan Selim’in yazdığı dörtlükteki o muhteşem zeka göstergesidir.
Şiirde ayırma işareti olan kelimeleri yukarıdan aşağıya okuduğumuzda aynı dörtlükle karşılaşırız. Bu da Yavuz Sulatn Selim’in hem şiirdeki ustalığına hem de muhteşem zekasına bir örnektir




Padişahların özlü sözleri kadar Türk tarihine damgasını vuran bir de vasiyet vardır; Osman Gazi’nin oğlu Orham Gazi’ye yazdığı vasiyet…


Osman Gazi’nin 1326’da Söğüt’te vefat etmeden önce oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı bu vasiyet tam bir siyasetnâme niteliğindedir.
“Ey oğul! Her işten önce din işlerine dikkat et. Zira farizaya (farzlara) dikkat, din ve devletin güçlenmesine sebeptir. Din işlerini; dikkatli olmayan, itikadı bozuk ve doğru yoldan ayrılmaya yönelen, büyük günahlardan kaçınmayan, helala-harama dikkat etmeyen sefihlere ve ayrıca tecrübesiz kişilere bırakma, devlet idaresinde bu gibi kişilere iş verme!.
Zira yaratandan korkmayan, yaratılandan hiç korkmaz. Büyük günah işleyen ve bunu devam ettiren kimsede sadakat olmaz. Böyle kişilerin sadakati olsa ümmeti olduğu Peygamber-i Zişan’ın sadık tebligatı üzere hareket eder de şer’i şerifin dışına çıkmazdı.
Allah’ın (c.c) hakkını ve kulların hukukunu gözet!.. Ve senden sonrakilere böyle nasihat etmekten geri durma
Ve adalet ve insafa riayet ile zulmü kaldırmaya devam ile her bir işe teşebbüs de Allah’ın yardımına güven. Halkını düşman istilasından ve zulme uğratılmaktan koru!..
Haksız yere hiç bir ferde layık olmayan muamelede bulunma!.. Halkı taltif et, hepsinin rızasını kazan”.

21 Mart 2012 Çarşamba

Amazonun Gizlediği Esrarengiz Kayıp Dünya

Amazon Ormanlarından gökyüzüne doğru fırlayan ve sanki bir el tarafından yapıldığı izlenimi veren kuvars dağ, sakladığı gizemleriyle kayıp dünya olarak adlandırılıyor.
Brezilya ve Venezuela arasında bulunan Roraima Dağı, dünyanın en gizemli yerlerinden birisi olarak kabul edilmektedir.Amazon ormanlarının ortasından fırlayan ve bulutların üzerine çıkan 2770 metre yüksekliğindeki Roraima Dağı, bilimadamlarının tanımıyla kayıp dünyadır. Son derece sert kuvars taşından oluşan bu ilginç dağ, bir mimarın elinden çıkmış görüntüsü vermektedir. Çünkü 4 bir yanından yontulmuş el yapımı bir binayı andırıyor.Bu görüntüsü yüzünden uzun süre bu dağı burada yaşayan insanların yapmış olabileceği düşünüldü.Bu yönde çok sayıda araştırma yapılmasına rağmen bu tezi doğrulayacak bir bulguya rastlanmadı.
Bu sarp ve çıkılması çok zor olan dağın sadece görünümü değil, zirvedeki esrarengiz coğrafi farklılıkları da bir türlü çözülemedi. Dağın en tepesinde çok sayıda şelale bulunuyor. Bu kadar sert bir dağ’da çok sayıda şelale bulunmasının sırrı çözülemedi. Dağın zirvesinde sayısız mağara ve tüneller bulunuyor. Bu tüneller içerisinde uzunluğu yaklaşık 500 metre olan mağaralar var.44 metre yüksekliğinde ve tamamen kuvars tüneller, burada inceleme yapan yer bilimcileri bile şaşkına çevirdi.
Bazı alanları saf granitten olan Roraima Dağı, sadece kendi görüntüsüyle değil üzerinde yaşayan canılarla da şaşırtıyor. Dünyanın en küçük kurbağası bu dağın sirvesinde yaşıyor. Ayrıca dağda yaşayan bitki ve hayvanları buradan başka yerde görmek mümkün değil.

İşte O Manzaradan Görüntüler;







 

İnsanlar Dünyayı Birden terketse Ne olur?

İnsanlar birdenbire ortadan kaybolursa, Dünya nasıl bir yer olur. İşte Alan Weismann 'The World Without Us' (Bizsiz bir Dünya) adlı ktiabında bu konuya değinmiş.

Arizona Üniversitesi profesörü olan Weismann, kitabı ile ilgili araştırmaları için Türkiye'ye de gelmiş.

Weismann'ın Bizsiz bir Dünya adlı kitabı, Türkiye'de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından satışa sunulmuş olması lazım.

İyi bir beyin jimnastiği olmuş. Yıkılmış-bozulmuş bir geleceği kurgulamış. Ancak biz olmaksızın.

 
2 GÜN SONRA
İnsanların dünyadan birden bire kaybolmasının ardından New York şehrinin altındaki tünelleri ve metroyu sular basacak.

2-4 YIL SONRA
Sularla dolan tüneller yavaş yavaş çöktüğü için binaların temelleri zarar görecek. Yollar da çökmeler meydana gelecek.

5 YIL SONRA
Binaların yıkılmaya başlaması ile borulardaki gaz açığa çıkacak. küçük bir cam parçasından başlayan kılılcımla yangınlar çıkacak.

7-10 YIL SONRA
gaz borularının ve ısınmak için binalardaki yakıtların elektirik kıvılcımlarıyla yanmasıyla binalar artık kullanılamaz halde yanmanın etkisiyle beton armeler iyice çürümüş ve dökülmeye başlamiştır.

20 YIL SONRA
mevsimlerin üzerinden geçtigi kentler içlerinde su birikintileri kalan binaların çürümesi.
 
50 YIL SONRA
metro tünellerinin bakımsızlıktan çürümesi çökmesi sonucu tünellerdeki suyun yollarda dere oluşturması.

 
50-100 YIL SONRA
doğa artık şehrin pis ortamını kirli sokaklarını iyice temizlemiş ve kendi bünyesine almaya başlamıştır.  

300 YIL SONRA
Şehirdeki bir çok binayı yabani bitkiler saracak. Yapıların dayanıklılığı zayıflayacak. Binalardaki çelik iskelet dışındaki bölümler yavaş yavaş yok olacak.


500 YIL SONRA
Yabanı bitkiler gökdelenlerin en tepesine kadar her yeri kaplayacak. Yabanı hayvanlar hayalet şehirlerin içerisinde barınmaya başlayacak. Belki de yeni canlı türleri ortaya çıkacak.

14 BİN YIL SONRA
artık buzul devri kendini göstermeye başlamıştır ve güçlü olan hayvanlar hayatta kalabiliyor.

15 BİN YIL SONRA
Dünya ısısının azalmasıyla buzullar artacak. Buzulların şehirlerde yarattığı tahribat daha fazla olacak.

BUZUL ÇAĞI
Dünya sonunda Buzul Çağı'na girecek. Şehirler dev buzulların altında kalacak. Dev buzulların hareketleri sonucunda dev yapılardan arta kalanlar binlerce kilometre ötelere süreklenecek. Belki New york'un Özgürlük Anıt'ı Avrupa sahillerine kadar gelecek.


 

İşte insan bir gün dünyadan tamamen silindiğinde gerçekleşecekler.

2. gün : elektrik kesintisinin ardından, manhattan daki gelişmiş metro ağının sular altında kalmasını önleyen pompalar devre dışı kalacak. metro tünelleri sular altında kalmaya başlayacak

1. hafta : acil durumlarda nükleer reaktörlerdeki soğutma sistemini çalıştıran jeneratörlerin yakıtları tükenecek. nükleer santrallerde yangınlar çıkacak, patlamalar olacak.

1. yıl : dünya çapında, kentlerin bulunduğu yerlerde bir zamanlar doğal olarak yaşayan hayvanlar sokaklarda gezmeye, binaları sığınak olarak kullanmaya başlayacaklar.

3. yıl : soğuk bölgelerdeki su boruları içlerindeki suların donmasayla çatlayacak. bu durum, binaların duvarlarının da ayrılmasına neden olabilecek. insanlarla birlikte yaşayan hamamböcekleri ve küçük kemirgenler gibi canlılar, besinlerin tükenmesi nedeniyle ve ısıtma olmadığı için soğuktan etkilenerek bir kaç kış içinde tükenecekler. cadde ve sokaklarda, binalarda çatlayan asfalt ve betonun aralarında otlar ve ağaçlar bitmeye başlayacak. hava kirliliği ortadan kalktığı için binaların yüzeyleri likenlerle kaplanmaya başlayacak.

5. yıl : büyük kentlerin çoğu, giderek biriken kurumuş yaprakların yıldırımların etkisiyle tutuşması sonucunda yangınlara teslim olacak. ahşap binalardan geriye pek bir şey kalmazken, betonerme binalar, her ne kadar hasar görselerde ayakta kalabilecekler.

10. yıl : çatıları sağlam olmayan binaların çatılarından sızan sular binaların içlerinde çürümelere ve ahşap binaların çatılarının çökmesine neden olacak. ısıtma sistemleri artık çalışmayan binaların çatı ve duvarları, sızan suların sürekli donması ve erimesi nedeniyle çatlamaya ve dağılmaya başlayacak.

20. yıl : çoktan sular altında kalmış olan metro hattındaki trenler ve tünelleri çökmekten koruyan metal sütunlar ve kolonlar paslanmaya başlayacak ve tüneller çökecek. caddeler, derelere dönüşmeye başlayacak.

100. yıl : hemen hemen bütün binaların çatıları çökmüş olacak ve bu onların çöküşünü hızlandıracak. büyük depremler, belki de bazı kentleri yerle bir edecek.

300. yıl : asma köprüler bakımsızlıktan ve paslanmadan çökecek. ancak kemerli köprüler daha yüzlerce yıl ayakta kalabilecek.

500. yıl : ılıman ve sulak bölgelerde ormanlar kentlerin yıkıntılarının üzerini büyük oranda kaplamış olacak. tarlalar da doğalk bitki örtülerine kavuşakcaklar. insan yapımı bir çok malzeme, özellikle plastik olanlar hala ortalıkta olacak.

5000. yıl : atom bombalarının içerdiği nükleer başlıkların içindeki radyoaktif madde, aşınan başlıklardan dışarı sızmaya başlayacak ve plütonyum-239, çevredeki bir çok canlı için tehdit oluşturacak.

15000. yıl : buzul çağı başlamış olacak ve orta enlemlere kadar inen buzullar şehirlerde ayakta kalan binaları yerle bir edecek.

35000. yıl : 20. yüzyılda kurşunlu benzin kullanımı sonrasında ortaya çıkan kurşunun topraktaki derişimi normal düzeye inecek.

100.000 yıl : atmosferdeki karbon dioksit oranı, endüstrileşmeden önceki düzeye inecek (bu daha fazla sürebilir)

250.000 yıl : atom bombalarından çevreye yayılan plütonyumun yaydığı radyason doğal düzeye inecek.

1.000.000. yıl : plastiklerin bir çoğu hala bozulmadan kalmış olabilir. kimse bunların ne kadar dayanabileceğini tam olarak bilmiyor.

10.000.000. yıl : insan yapımı bir çok nesne toprağa karışırken, bronzdan yapılan heykeller çok da fazla bozulmadan insan ırkının yadigarı olarak kalıyor.

1.000.000.000 yıl : güneş ısısını artırmaya başladığı için yeryüzü giderek ısınmaya başlayacak. bir çok tür buna uyum sağlamakta güçlük çekerek yok olacak.

4.500.000.000. yıl : güneş, kırmızı dev haline gelerek iyice genişleyecek ve yeryüzü sıcaklıktan kavrulacak. yeryüzünde yaşayan canlılar bu aşamadan çok uzun süre önce çoktan yok olmuş olacaklar...

İlginç sorular ve cevapları


Not: Soruların cevapları aşağıda bulunmaktadır. Soruları cevaplayarak giderseniz değerlendirme formunu kullanarak seviye belirleyebilirsiniz. Kolay Gelsin :)

1. Bazı aylar 30, bazıları 31 çeker; kaç ayda 28 gün vardır?

2. Doktorunuz size 3 hap verir ve bunları yarımşar saat arayla
almanızı tavsiye ederse, ilaçların tamamını bitirmeniz ne kadar sürer?

3. Gece saat sekizde yatıyorum ve yatarken guguklu saatimi sabah
dokuza kuruyorum kaç saat uyurum?

4. 30' u yarıma bölüp 10 eklediniz, kaç etti?

5. Bir çiftçinin 17 koyunu vardı. Sürüde salgın hastalık
oldu,dokuzu ağır hastalandı, diğerleri öldü. Çiftçinin kaç koyunu var?

6. Sadece bir tek kibritiniz var, içinde bir gaz lambası, bir
gaz sobası,ve birde mum bulunan karanlık ve soğuk bir odaya girdiniz...
Önce hangisini yakarsınız?

7. Adamın biri dikdörtgen biçiminde ve her cephesi güney
manzaralı bir ev inşa ediyor. Evi kocaman bir ayı ziyaret ederse bu ayı
ne renk olur?

8. 3 elma vardı ikisini aldım. kaç elmam var?

9. Musa gemisine her hayvandan kaçar adet aldı?

10. Chicago' dan hareket eden 43 yolculu bir otobüs
kullanıyorsunuz. Pittsburgh' da 7 yolcu binip, 5 yolcu indi. Cleveland'
da 8 yolcu indi,6 yolcu tuvalete gidip geldi ve 4 yeni yolcu bindi. 20
saat sonra Philadelphia' ya vardığınızda şoförün adı neydi?

ŞİMDİ YANITLAR:
1. Hepsinde, tüm aylarda 28 gün vardır.
2. Bir saat
3. guguklu saatler gece gündüz ayrımı yapmadığı için 1 saat.
4. 70 eder, yarıma bölmek 2 ile çarpmak demektir.
5. 9 canlı koyun
6. Kibriti
7. Ayı beyaz olur. Evin her cephesi güneye baktığına göre bina
kuzey
kutbundadır.
8. 2 elma
9. Sıfır, gemisine hayvan alan Nuh idi.
10. Şöför sizdiniz.

DEĞERLENDİRME:
10 doğru : Einstein seviyesi
9 doğru : Toplumla uyuşamayan psikolojisi bozuk vaka...
8 doğru : Mühendis
7 doğru : Üniversite öğrencisi
6 doğru : Lise öğrencisi
5 doğru : İlkokul öğrencisi
4 doğru : İlkokul öğretmeni
3 doğru : Lise öğretmeni
2 doğru : Üniversite Profesörü
1 doğru : Milletvekili
0 doğru : Vatandaş

12 Ocak 2012 Perşembe

ah Müjgan ah...

Semtimizin bir tanesiydi Müjgan.
Saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür,
Elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti.
Ve de her ne hikmetse, o da bana gönüllüydü.
Öyle bir sevdim ki Müjgan’ı,
Dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim.
Evleniriz gibi geldi bana.
Evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi.
Sahil bahçesinde gazoz içerekten, gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
Sonrada çarşılara giderdik.
Eşya beğenirdik, elden düşme.
Aynalı konsolumuz, topuzlu karyolamız bile olacaktı.
Müjgan’ın her an, her bi daim yanında olacaktım.
Ama olmadı.
Gitti..
Nereye mi ?
Paraya gitti abicim, paraya.

Nasıl da sevmiştim yıllarca ben seni.
Her akşam bekledim yollarını.
Elbet bir gün biz yuva kurarız derken,
Duydum, evlenmişsin sen zengin bir gençle..
Zengin olsaydım, sensiz kalmazdım.
Her an düşünüp, seni hiç ağlamazdım.
Param olsaydı, aşkım kalırdın.
Seve seve yanımda benimle yaşardın.

Nikah resimlerimizi de çektirdiydik.
Sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
Ama Müjgan takmadı bunu.
Takamadı, uçuverdi elimden.
Meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
Müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar yani.
Öyle sevindim ki..
Mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim her gece..
Sonra ne mi oldu?
Müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri, ettiğimiz yeminleri unuttum.
Bir daha mahalleye gelmedi Müjgan, gelemedi.
Bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler.
Senede birkaç ay zaten Avrupa’daymış dediler.
Zaman şifalı bir ilaçtır, unutursun dediler.
Unuttum, bende unuttum.
Hiç aklıma gelmedi.
Hatırlamıyorum Müjgan’ı, hatırlamıyorum şimdi!
Bu şiiri de ben yazmadım zaten!
Unuttun abi, bende unuttum.
Hatırlamıyorum şimdi;
Müjgan'ın gözleri ne renkti ? . .

Ah Müjgan Ah | 1970 - Sadri Alışık

90&10 kuralı


Hayatın %10'u , başınıza gelenlerden oluşur.

Hayatın diğer %90'ı ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla gelişir.

Ailenizle kahvaltı yapıyorsunuz. Kızınız, çay fincanına çarpıyor ve bir fincan çay gömleğinizin üzerine dökülüyor.

Biraz önce olan olay üzerinde hiç bir kontrolünüz yok. Sonradan olacaklar ise sizin davranışınıza göre belirlenecek:

Lanet ediyorsunuz. Çayı üzerinize döktüğü için kaba bir şekilde kızınızı azarlıyorsunuz.

Kızınız üzülüyor ve ağlamaya başlıyor.

Kızınızı azarladıktan sonra eşinize dönüyor ve çay fincanını masanın kenarına çok yakın koyduğu için eleştiriyorsunuz. Bunu kısa bir sözlü tartışma takip ediyor.

Öfkeyle odaya gidiyorsunuz ve gömleğinizi değiştiriyorsunuz.

Odadan çıktığınızda kızınızı, ağlamaktan dolayı kahvaltısını bitirememiş ve okul için hazırlanamamış bir halde buluyorsunuz.

Kızınız servisi kaçırıyor.

Eşinizin işe gitmek için hemen çıkması gerekiyor. Hemen aceleyle arabanıza koşuyorsunuz ve kızınızı okula bırakmak üzere hareket ediyorsunuz.

Geç kaldığınız için, saatte 40 km hız sınırlaması olmasına rağmen saatte 80 km hızla gidiyorsunuz.

15 dakikalık gecikmeden ve hız limitini aştığınız için ödediğiniz 83 milyon trafik cezasından sonra okula ulaşıyorsunuz.

Kızınız size "Hoşça kal" demeden binaya koşuyor.

İşyerinize 20 dakika gecikmeyle geliyorsunuz ve evrak çantasını evde unuttuğunuzu anlıyorsunuz.

Gününüz korkunç bir şekilde başladı!

Devam ettikçe, kötüleşiyor, daha da kötüleşiyor sanıyorsunuz. Eve gitmeyi dört gözle bekliyorsunuz.

Eve ulaştığınızda eşiniz ve kızınızla olan ilişkilerinizde araya sıkıştığınızı sanıyorsunuz.

Neden? Sabahleyin nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak!

Neden kötü bir gün geçirdiniz?

A) Çay sebep oldu
B) Kızınız sebep oldu
C) Polis sebep oldu
D) Siz sebep oldunuz

Cevap "D" şıkkı.

Çayın dökülmesinde sizin bir kontrolünüz yoktu.

Sizin gününüzün kötü geçmesine o 5 saniye içindeki davranışlarınız sebep oldu.

90/10 Sırrını keşfedin

Olabilecek ve olması gereken ise şöyleydi.

Üzerinize çay döküldü.

Kızınız ağlamak üzere.

Siz nazikçe

"Tamam tatlım, bir dahaki sefere biraz daha dikkatli olman gerek" diyorsunuz.

Havluyu kaptığınız gibi odaya gidiyorsunuz.

Gömleğinizi değiştirip, evrak çantasını aldıktan sonra odadan çıkıyorsunuz ve ayni anda pencereden kızınızın otobüse bindiğini görüyorsunuz.

Kızınız geri dönüp el sallıyor. Siz ve eşiniz işe gitmek için birlikte çıkıyorsunuz.

5 dakika önce işe geliyorsunuz ve çalışma arkadaşlarınıza neşeli bir şekilde selam veriyorsunuz. Patronunuz ne kadar güzel bir günde olduğunuz hakkında konuşuyor.

Farka bakın!

İki farklı senaryo.

İkisi de ayni başladı.

İkisi de farklı bitti.

Neden?

90/10 sırrı inanılmazdır!

Çok azımız bunun farkındadır.

Sonuç?

Pek çok insan gereksiz yere stresten, dertlerden, problemlerden ve başarısından acı çekmektedir.

Bu sır nedir?

Hayatın %10'u, sizin başınıza gelenlerden oluşur.

Hayatin diğer %90'na ise sizin bu başınıza gelenlere nasıl davrandığınızla karar verilir.

İnsanlar anlamsız şeyler söyler ve yaparlar.

İnsanlar hasta olurlar.

Arabalar bozulurlar, uçaklar geç kalır ve bütün planlarımızı alt üst ederler.

Trafikte bir sürücü canımızı sıkabilir v.s.

Bu %10'luk kısım tamamen bizim kontrolümüz dışında gerçekleşir.

Diğer %90'lık kısım farklıdır.

Bunu siz belirlersiniz.

Nasıl?

Olaylara yaklaşımınızla!

Nasıl tepki verdiğinize bağlı olarak.

Her kadının içinde gizlediği bir çocuk vardır.


Kız arkadaşınız veya eşiniz ile tartışmalarınız sıkça oluyorsa mutlaka okumanız gereken bir yazı. Belki  de sadece doğru şekilde yaklaşmak gerekiyordur, kim bilir?

Bülent, avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam, görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu. 'Sapa sağlam adam gidip çalışacağına dileniyor, belki benden daha zengindir' diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı, birde sinirlenmişti.

Alaycı bir ses tonuyla :

- Ekmek parası mı istiyorsun ? diye sordu.

- Hayır çikolata parası lazım!

Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. Espri yeteneği olan dilencinin halide başka oluyor diye düşündü.

- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?

- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz, onu da bulamadıysak aç yatarız.

Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.

- Bu gün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?

- Fakirin canı mı olur ki, tatlı istesin beyim.

- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?

- Hiçbiri değil. Sadece fakirim.. Bugün karımın doğum günü, ona çikolata götürmek istiyorum.

- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.

- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.

Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş, kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı . Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı. Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek, hiç bir şey onu rahatlatmıyordu.

Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı. 'Acaba söyledikleri gerçek mi, yoksa uyduruyor mu' diye düşündü.

- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?

Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı, bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.

- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım, ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım, aksilik bu ya, hiç bir iş bulamadım.

Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.

- Oturun biraz dertleşelim bari, dedi.

Adam çekingen çekingen oturdu yanına.

- Yokmu eşin dostun, borç alacak akraban?

- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.

- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını ?

- Hem de çok seviyorum. Otuz yılımı aydınlattı o benim.

- Hımmmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.

- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.

- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.

- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.

- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Bende altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim, fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarpıp çıktım. Evimiz, arabamız,işimiz, gücümüz, her şeyimiz var, ama mutlu değiliz. Senin hiç bir şeyin yok, ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?

- Hiç bir şeyim yok mu? Hayır benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim, eşim, arkadaşım, hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev, araba, iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiç bir şey olan.

- Öyle deme, şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?

- Altın tasın, kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiç bir kadın iyi bir evde oturduğu, her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın, kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.

- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu ?

- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.

- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?

- Küçük kızı severek.

- Küçük kız mı ? Hangi küçük kız ?

- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kızvardır. O kızı ne kadar çok sever, ne kadar çok mutlu edersen, o kadını da o kadar mutlu edersin.

- Nasıl yani ?

- Küçük kız neleri sever, nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek, ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?

- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır 'babacığım beni ne kadar seviyorsun?' diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda 'Baba güzel olmuş muyum?' diye sorar durur. Güzelsin demem de yetmez ona. ' Harikasın prenses gibi olmuşsun' demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim..

- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olurda seksen, doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona 'bebeğim' diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. 'Bebeğim bana bir çay yapar mısın?' dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.

- Hiç kavga etmez misiniz siz?

- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.

- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.

- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi, ilgi istemeye utanırlar. En ciddi yada en yaşlı kadının bile içinde o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi, mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.

- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.

- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman bir kaç tatlı söz yeterli olur.. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan, mutsuz, sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.

- Haklısında bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.

- Yine para, yine dış sebepler. Evet para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur. Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiç bir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiç bir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.

Adam ayağa kalktı.

- Bana müsaade, artık gitmeliyim, karım merak eder. Sen de git evine küçük kızın gönlünü al, belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.

- Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.

- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.

Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.

- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım, dedi.

Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla, bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu. Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.

Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş suiçiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı, sonra eşinin önüne koydu.

- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri, dedi.

İnci hiç konuşmadı.

- Sorsana 'niye' diye.

İnci kızgın kızgın:

- Niye? Diye sordu.

- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek, dedi gayetciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.

- Bunlar senin sevdiğin meyveler, senin için aldım.

- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. 'bak senin sevdiğin meyveleri aldım' Ama şimdi kıymeti yok. Çünküsana çok kırgınım, meyve alarak gönlümü alamazsın.

- Özür dilerim seni kırdığım için.

Sonra Bülent yere diz çöktü.

- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme.

- Bülent yere çömelmiş, boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.

İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.

- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlana bileceksin, dedi.

Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü .

Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü

Ofsayt Osman - Bu da mı gol değil hakim bey?

 Bu filmi izlememiş olsam da bu yazıyı okuduktan sonra kesinlikle izlemem gereken bir film diye düşünmeye başladım.

Ofsayt Osman : Ben sadece bu kıza . .

Hakim : Kim di o kız?

Ofsayt Osman : Şey küçük hasta . Hasta be hakim bey.

Hakim : Biliyoruz onu biliyoruz.

Ofsayt Osman: Doktorlar yani hepsi ölecek diye rapor vermişler hani yalnız sadece o Amerika davası var ya , oraya giderse büyük doktorlar varmış kurtulurmuş…

Hakim : Eee

Ofsayt Osman : Eesi yani sübyan be ! Bacak kadar çocuk. Yaşasın dedik kötü mü ettik. Gitti işte!

Hakim : Oğlum para senin olsa, yaptığın hareket çok asil derdim amma . .

Dinleyici :Ben helal ettim .

Pis Dinleyici :Ben etmedim!

Dinleyici :Otur be!

Hakim : Beyler! Atarım dışarıya! Sana gelince, yaptığın düpedüz suçtur!

Ofsayt Osman : Öğretmek gibi olmasın ama değildir hakim bey ! . .

Hakim : Neee ?

Ofsayt Osman : Asıl suç yani o kirli davalar yani böyle bi, bahis davasına milyonları trank atıpta ortalıkta hastalıktan kırılan bi çocuğu görmemektir! Yani siz daha iyi bilirsiniz ama; asıl suç odur yani…

Hakim : Şimdi o o başka ama senin yaptığın . .

Ofsayt Osman : Benim yaptığımdan ne olucak hakim bey, bizim adımız üstümüzde, garip bi ofsaydım ben .

Hakim : Hee?

Ofsayt Osman : Ofsayt yani hiç, gol olmamış adam! Öylesine ofsayt . İşte o benim! Adaletine kurban olduğum Allah’ım bi gün bile güldürmedi yüzümü. Ne yaptımsa neye el attımsa ters çıktı sonra sonra bi gün bu adamlar çıktı karşıma trak bastırdılar milyonu! Tamam mı ?!

Dinleyiciler : Doğru tamam tamam .

Pis Dinleyici : Ama ama çaldı!

Dinleyici : Otur bee!

Hakim : Şimdi atarım dışarı! Devam .

Ofsayt Osman : Sonra nah şunlar şunlar bütün serseriler ne kadar varsa aldılar etrafımı, ulan dediler yani toz kondurursan namusumuza ölmüş bil kendini!

Serseri Dinleyici: Mafetti bizi hakim bey!

Hakim : Oturun! Hepinizi atarım dışarı!

Serseri Dinleyici: Boynumuz kıldan incedir hakim bey…

Ofsayt Osman : Milyonu cebime koydum koymadım karşıma bi kız çıktı. Sarayburnu’nda kendini denize atıyodu. Ben zor yakaladım nedir derdin dedim. Kardeşi hastaymış. Tedavi de ettiremiyormuş . Ellerimde ölecek dedi .

Hakim : Kimdi o kız?

Pişman kız : Ben .

Ofsayt Osman : Sonra etrafımı bi takım dolandırıcılar aldı. Na en başta bu dolandırıcı ! . .

Kötü adam : Hakim bey!

Ofsayt Osman : Kim yer o bayat numaraları bee! Evine davet etti inek. Afedersiniz . Daha meraba demeden karısı dolandı boynuma oturttular beni sonra kumara masustan kaybettiler yani ilerde parayı böle kökten götürmek için anadın mı yani ben yer miyim bee?

Hakim : Ne yaptın kazandığın parayı?

Ofsayt Osman : Doğru küçüğe götürdüm hakim bey abi .

Pişman Kız : O parayı bulamasaydım o gece ilaç alabilmek için kendimi satıcaktım . .

Hakim : Peki kızım otur!

Ofsayt Osman : Bi müddet oyalandı yavrucak o arada ne kadar büyük baş hayvan varsa afedersiniz hani böyle büyük şirket sahibi varsa toplandılar başıma , yağdırdılar parayı böyle yaldızlar daha neler neler ama ben hepsine verdim pasoyu. Söylesene be abi be…

Dinleyici : Evet efendim. Söyledikleri doğrudur efendim . .

Hakim : Ya hisse senetleri ? Sahte senetler?

Ofsayt Osman : Bilmiyorum hakim bey vallahi billahi bilmiyorum . .

Kötü Adam: Yalan! Kontratı yanımda imzaladı .

Ofsayt Osman : Aaa ben mi ? . .

Kötü Adam: Şahitlerim var efendim!

Ofsayt Osman : Benn yaa benn . . .

Pişman Kız : Yalan!

Hakim : Yalan olan ne?

Pişman Kız : Kontratı kendisini sarhoş edip bizzat ben imzalattım.

Hakim : Ne demek istiyorsun?

Pişman Kız : Daha doğru düzgün okuması yazması bile yok. Kendisinden hatıra bi resim istedim yanında yoktu, bari bi imzanı at dedim. Kağıdı büküp boş yere imzasını attırdım. Sarhoşluktan gözünün önünü göremiyordu. Kabahat benimdir!

Ofsayt Osman : Hey Allahımmm. Ne habeeeer?

Hakim : Amaa ne de olsa…

Ofsayt Osman : Yaniii...öğretmek gibi olmasın ama kimsenin on parasına dokunmadım kimsenin emniyetine, yani böyle bir halel getirmedim ama yahu küçük kız yah iki güne kadar gitmezse ölecek dediler hakim beyyy böyle bişiy. hani saksıda çiçek gibi şu kadar sen olsan ne yapardın hakim bey ? . .

Dinleyiciler :Yaşa bee!

Ofsayt Osman : Saol abii bi sen anladın beni bee . Ya siz!

Ofsayt Osman : Ölecekmiş , ölmesin dedim. Bir can kurtulsun dedim. Bütün hayatımda ofsayt dediler. Bir işe yaramaz , sümsük dediler. Varsın gene desinler dedim. Hayatımda bi defacık bi kız sevdim. Onu da kaybedeyim dedim. Hayatımda bi kerecik bi şey kazanacak oldum , onu da kaybedeyim dedim. Tek bi can kurtulsun dedim. Çocuğu kurtaracak kadarını aldım , üst tarafına el sürmedim. Fena mı oldu?

Sizler hepiniz , hepiniz , hepiniz hakem olun abiler . Ya bu maç be tıpkı bi maç ama böyle hayat sahasında oynanıyo.oyuncuları bizleriz; topumuz da namusumuz, vicdanımız , insanlığımız. Ben , ben Osman.. Ofsayt Osman . Söyleyin be, Allah rızası için söyleyin be gene mi atamadım golü hahh? Bu da mı gol değil be? Gol mü?

Dinleyiciler : Gol !

Ofsayt Osman : Bu da mı gol değil be? Bu da mı gol değil ? . .

Dinleyiciler : Gol .

Ofsayt Osman : Adaletine insanlığına kurban olayım hakim bey. Bu da mı gol değil?

Hakim : Gol ! . . .

Ofsayt Osman – 1965 | Sadri Alışık

Yaşanan en acayip intihar olayı olmalı.


Amerikan Adli Tıp Derneği'nin 1994'te San Diego'da tertiplenen ödül yemeğinde dernek başkanı Don Harper Mills'in aktardığı, hayat ve ölüm çizgisindeki ince denge ve ilahi adaletin tecellisi bağlamında insanı derin düşünceye sevk eden ölüm olayındaki adlî komplikasyonlar dinleyenleri şaşkına çevirdi. Kaderin adaletine dair ince bir nükte taşıyan yaşanmış bu öykü, eminiz sizleri de hayrete sevk edecektir.

23 Mart 1994'te Ronald Opus'un cesedini inceleyen adli tabip, kafasından yediği kurşunla öldüğü sonucuna vardı. Müteveffa, on katlı bir binanın tepesinden, intihar niyetiyle aşağıya atlamıştı. (Umutsuzluğunu, geride bıraktığı bir notta açıklıyordu.) Ancak, dokuzuncu katın önünden geçerken pencereden gelen bir kurşun başına isabet etmiş, hayatı bu kurşunla sona ermişti. Apartmanın sekizinci kat penceresi düzeyinde cam silicileri korumak için konulmuş bir ağ vardı; ama bu ağın varlığını ne silahı çeken, ne de müteveffa biliyordu. Açıkçası, kurşun olmasaydı, Opus'un intihar girişimi başarılı olamayacak; zemine çakılmadan, sekizinci kattaki ağa takılıp kalacaktı. Bu durumu anlattıktan sonra, "Normal olarak," diye devam etti Dr. Mills, "İntihar etmeye karar veren biri, mekanizma tasarladığı gibi olmasa da, bunu eninde sonunda başarır."

Opus'un dokuz kat aşağıda yere çakılmayıp da dokuzuncu kattan düşüyor olduğu anda başına gelen kurşunla vurulmuş olması, muhtemelen, onun ölüm modunu intihardan cinayete çevirmeyecekti. Fakat, Opus'un intihar girişiminin başarılı olmayışı, savcıyı elinde bir cinayet vakası olduğu düşüncesine itti. Silahın patladığı dokuzuncu kattaki odada yaşlı bir adam ve karısı yaşıyordu. Tartışıyorlardı ve adam kadını silahla tehdit ediyordu. Öyle sinirlenmişti ki, tetiği çekti; fakat mermi kadını ıskalayarak pencereden dışarı yöneldi ve Opus'a isabet etti. Bir insan A şahsını öldürmeye teşebbüs eder, fakat B şahsını öldürürse, o B şahsını öldürmekten suçlu sayılmalı idi. Savcının ulaştığı sonuç buydu. Dolayısıyla, dokuzuncu kattaki yaşlı adam, cinayetten suçluydu. Bu suçlamayla karşı karşıya kaldığında, adam da, karısı da çok şaşırdılar.

Çünkü, tetiği çekerken adam da, karısı da silahın dolu olmadığından kesinlikle emindiler.

Yaşlı adam uzunca bir süreden beri boş silahla karısını korkutmayı alışkanlık haline getirmişti. Bunu karısı da bilir, o yüzden adamın tehdidine pek aldırmazdı. Kısacası, adamın karısını öldürme kasdı yoktu; silahın dolu olduğunu dahi bilmiyordu. Böylece, Opus'un öldürülmesi bir kaza oluyordu; silah kazara doldurulmuştu.

Araştırmalara devam edilince, ölümcül kazadan yaklaşık altı hafta önce yaşlı çiftin oğlunu silahı doldururken gören bir tanık ortaya çıktı. Anlaşıldığına göre, yaşlı kadın oğlundan mali desteğini çekmişti ve babasının annesini silahla korkutma temayülünü bilen oğul, annesini cezalandırma kasdıyla, babasının annesini vuracağını umarak, gizlice silahı doldurmuştu. Annesi ölecek, baba cinayetten suçlanacak, mallar oğula kalacaktı. Artık olay yaşlı çiftin oğlunun Ronald Opus cinayetinden sorumlu olduğu noktasına gelmişti. Tam bu sırada savcının karsısına yeni bir viraj çıktı. Araştırmalara devam edilince, geçen altı hafta içinde anneyle babasının silahla tehdide varan bir tartışma yaşamamaları, dolayısıyla annesinin ölümünü bir türlü başaramayışı nedeniyle, oğlun umutsuzluğunun arttığı anlaşıldı. Bu, onu 23 Mart'ta on katlı binanın tepesinden atlayarak intihar etmeye itmişti.

Ancak, ölümü planladığı gibi olmamıştı; dokuzuncu katın önünden geçerken babasının boş zannettiği silahı tetiklemesiyle annesine isabet etmeyip pencereye seken kurşunun kafasına isabet etmesi nedeniyle, Ronald Opus'un hayatı sona ermişti.

Dosya intihar olarak kapatıldı.

Hayatımız ironi ile dolu, değil mi? Bir şizofreninin ağzından...


Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır.Biyolojik ve genetik faktörlerin yanı sıra, özellikle eğitimde tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopma ve bir hayal dünyasında yaşama sonucunu getirebiliyor.

Bu hastalığa yakalanan delikanlı, o noktaya gelene dek neler yaşamıştı kimbilir? "Ben iyiyim doktor abi, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim, bekliyorum." Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde. Onsekiz yaşındaydı.

Şizofreni hastasıydı. Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bir bakış yer değiştiriyordu. Çocuk gibiydi tavırları.

Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz, saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine bir şeyler konuşup gülüyordu. Ama gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü tekrarlayıp duruyordu:

"İyiyim ben,iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."

Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı. Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim işte, sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.

Babasının asabi olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak şeylere sinirlendiğini, aslında iyi bir insan olduğunu zamanla annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası " Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum" Demiyor muydu? Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki? Bazen Aslan oğlum, akıllı oğlum derdi babası kendisine, bazen de salak, haylaz! Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini kemiriyordu. Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki? Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı. Devamlı peşinde dolaşır, hasta olacaksın? der, başka şey demezdi. Bu aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve dövmüyordu ya; yetebilirdi bu. Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama, olsundu. Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira.

Ama hayır; maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu. Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani. Annesinin hoşlanmadığı birşey yaptığında “Seni doğuracağıma taş doğursaydım?” sözünü sık sık duydu. Bir gün dayanamayıp acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz? Sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle
“Saçmalama salak!” diye bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu?

Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir, yanlarına gidince susarlardı. Bir şey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden anlatmazlardı ki? Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık. Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi. Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?
Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu. Anne-babasının evde “Keltoş” dedikleri komşu evlerine misafir olduğu bir gün ona “keltoş” diye seslenince, buz gibi bir hava esmişti. Ablası çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle diyorlardı o zaman?
Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu. ?Yine mi o gıcık tipler geliyor?”Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz”…O Ayten de çok saçmalıyor canım…”Haklısın Aytenciğim, naaparsın” Keşke evde yok deseydin oğlum…İnanın çok özlemiştik.?

Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun kuralı acaba neydi?

İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle karşılamıştı. Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık suratlı öğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka. ..Gelecek sizin elinizde…Siz haylazsınız!..Okuyup büyük adam olacaksınız…Adam olmazsınız siz!? "Bu ülkenin umudu sizlerde… Sizi her gün dövmek lazım!" "Atatürk bu ülkeyi sizlere bıraktı… Aptallar!"
Anlayamıyordu çoğu şeyi. Atatürk’ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve hep…beden eğitimi dersinde bile. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur" diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü? (haşa) " diye sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma; fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl korunacaktı?

İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye fısıldadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası iyice karıştı. Bir gün birisi ?Bunlar kamera şakasıydı? diyecek diye bekliyordu. Ama ya değilse?

Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse?
Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.
Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla konuşmasına annesi; “Hâlâ çocuk gibisin” diye tepki gösteriyordu.

Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile denilebilirdi.Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden böyleydi ki?

Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza ?Seni seviyorum? demek geldi içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti. Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için kızın yanına gitti, özür diledi ve “Tamam, seni sevmiyorum” dedi. Ama kız buna da ağladı. Yine şikâyet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı neler olup bittiğini. Şu kızlar da garipti doğrusu.

Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli ağabeylerle gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Uf abi, şu kıza bak, çok güzel." "Hakikaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyor oğlum, asıl şuna." "Yok abi şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali abi?" Değildi maalesef. “Daha hoş” deyip laf attığı kız, Ali abisinin kız kardeşiydi.

Bir kaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi,
sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına kim nerede laf atıyordu? İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu.
Kur'ân-ı Kerim okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'ân-ı Kerim okumazlardı, ama “Okumak lazım”iyidir? derlerdi. ?Okumak lazım, iyidir? derler, ama okumazlardı. Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı. O okudu, etkilendi. Namaza başladı.

Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi, sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü ancak bir problem varsa konuşurdu.

Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı "Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git. Kur’ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa." "Nerede yazıyor bu denge baba?" diye sordu. Babası sinirlenip "İşte burada yazıyor" dedi ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu. Ama direnci zayıflamıştı. Kur’ân?ı da, namazı da bıraktı.
Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu. Spiker; Şok, Şok! Şu rezilliğe bakın!? diye ekranı inletirken bir yandan da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları seyreder, hem de "Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak; şunların yaptıklarına bakın" derdi. Hüseyin "Baba, başka kanala geçelim" deyince de, "Biraz bakalım canım, meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor bilmek lazım" diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.

Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en akıllı bizdik. Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama onlar bizi sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de.
Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından çıkmamaya başladı. Hayallerle avundu. Hayallerinde herşey netti, kontrolü altındaydı. En iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı…

Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu. Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil. Ama, biz yapınca iyi oluyordu.

İşyerinde bir kıza âşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin’i sevecekti mutlaka, hatta seviyordu galiba. Zaten geçen gün işyerinde sudan bir sebepten bağırmıştı ona; tıpkı küçükken annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz, mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun. Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık etekler giyiyordu. Otururken de, görünmesin diye eteğini habire çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi. Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama giyimini değiştirmedi. Sonra bir gün onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi. "Nasıl yani???"
Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden, hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu.

"Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor abi, çok iyiyim ben. Sağa çektim, bekliyorum."
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...